Yazar: Hasan DOĞAN
Çeviren: Erhan GÜZEL
The controversy among Islamic jurists over whether the natural relationship between Muslims and non-Muslims should be based on war or peace has affected the legitimacy and role of treaties in Islamic law, which is one of the leading concepts and issues in international law.
Various views have been put forward regarding the role of treaties in international relations theory of Islam, which, as clearly seen both in the practices of Quran, and the Holy Prophet (PBUH), calls for peace at every opportunity and oppose corruption, chaos, and brutality. These views include discussions about whether treaties are limited by any specific duration, under what conditions Muslims can conclude treaties, and the circumstances under which they can end them.
Islam is not a religion that fuels conflict, aims for warfare, owes its rapid expansion to violence, and has a strict attitude towards treaties and making treaties. To the contrary, it is a structure that accepts war and peace as realities of life for the sake of human tranquility and the reform of the earth, but prefers peace to violence, and has a broad perspective on being in a state of agreement. Islam has not ignored the existence and inevitability of war, violence, and conflict, but instead has revealed the precautions that need to be taken and the rules to be followed. Islam has not defined Islam as an extraordinary condition, but instead has granted great freedom to its members in concluding treaties as long as they remain true to the essence and fundamental values of Islam and observed the benefits of Islam and Muslims. Therefore, we believe that it is really normal and even necessary for Muslims to make treaties, considering the conditions of the age they live in and the benefits to be obtained as well as the need for their civilization for tranquility, development, and peace.
Yazar: Hasan DOĞAN
Adalet duygusunu zinde tutan temel motivasyon, denetimdir. Adalet duygusunun yaralanması fertlerin suç ve usulsüzlük işlemeyi kendilerine hak görmesi sonucunu doğurmakta, bu da toplumda ahlaki erozyonu, kokuşmuşluğu beraberinde getirmektedir. Denetim sistemi olmayan ya da denetim mekanizması yeterince ve usule uygun biçimde çalıştırılmayan toplumlarda adalete güven hızla erimektedir.
Bu gerçekten hareketle Osmanlı Devleti, özgün bir hukuk sistemi ortaya koyarak adaletin tesisi gayesi etrafında güçlü bir yönetim ve yargı teşkilatı meydana getirmeye çabalamıştır. İnşa ettiği sistemin sağlıklı biçimde çalışmasını sağlamak maksadıyla etkili kontrol mekanizmaları kurgulamıştır. Bilhassa halkın her türlü zulme karşı kendini güvende hissedebilmesi için gerektiğinde yöneticilerin ve yargı görevinde bulunanların denetlenebilmesini sağlayan kurumlar tasarlanmış, düzenlemeler yapılmıştır. Öte yandan hem adil yönetim ve yargılama hem de sağlıklı denetim için yargı görevini yerine getiren kişilerin bağımsızlıklarını korumaya yönelik tedbirler alındığı görülmektedir. Elimizdeki arşiv belgeleri ve tarihi kayıtlar, Osmanlı Devleti’nde adalet vurgusunun yargı bağımsızlığına tesiri hakkında önemli ipuçları sunmaktadır.
Bu çalışmada, Osmanlı devlet geleneğinde denetim düşüncesi, bunu tahkim etmeyi sağlayan ve yargı bağımsızlığı etrafında değerlendirilebilecek düzenlemeleri ve bunun uygulamadaki bazı örneklerini sunulmuştur. Bu amaçla Osmanlı yargı sisteminde kadıların ve mahkeme kararlarının incelenip değerlendirilmesi suretiyle adaleti sağlamayı hedefleyen kurumların arasında yer alan mehayif teftişine de hususen temas edilmektedir.
Yazar: Ali Osman Özdemir
Duru ve su muhafızı arkadaşları, su verimliliği seferberliğinde!
Duru, bir gün yemyeşil bir ormanın içinde, nehrin kıyısında otururken küçük bir sandık buldu ve hayatı değişti. Bu sandık, Duru’yu önemli bir görev için seçmişti: suyu koruma görevi.
Nehrin suyu vahşi sulamanın da etkisiyle her geçen gün azalırken Duru’nun sorumluluğu da artıyordu.
Duru ve arkadaşları, başarabilecek mi?
Mahalledeki herkesi su tasarrufuna teşvik edebilecekler mi?
Su muhafızlarının macerası başlıyor!
Yazar: Ahmet AKGÜL
Orta Çağ Avrupası’ndaki erk mücadelesinin getirisi olan Reform ve Rönesans hareketlerinin ardından kurulmak istenen nizamın topluma yayılması ve meşrulaşmasının temel taşı olan ‘yeni insanın’ inşası titizlikle yerine getirilmiştir. Bu değişim ve dönüşümler hızla yayılırken Osmanlı, Batılı bir dünya görüşü ile yaptığı ıslahatların yetersiz kalışının ardındaki asıl nedeni yine Batılı tedrisattan geçen bir kuşak sayesinde fark etmiştir. Bu fark ediş zaman içinde bir kültür olarak Batılı değerlerin kabulüne denk gelir. Yapılan ıslahatların istenen nizamı getirememesi ve dış dünya ile bağlantıların artmasıyla kültürel dönüşümün de gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Pozitivist ve ulusalcı nizamın topluma hızla yayılmasında temel öneme sahip ‘yeni insan’ın inşası için bürokrat kimlikli aydınlar propagandalarını gazeteler üzerinden sürdürürken edebiyatın yeni insanın inşasındaki önemli rolünü anlamışlardır. Yeni temel değerlerin halk nezdinde kabulünü kolaylaştırmak için edebî metinler oluşturmaya yönelmişler ve romanlar aracılığı ile egemen ideolojinin meşruluğunu sağlama yoluna gitmişlerdir.
Bu eser, ‘yeni nizamın’ temellerinin atıldığı 1923-1938 yılları arasında basılmış 41 roman üzerinden kitleler için egemen ideolojinin kültürel ayağının meşrulaştırma girişimini; geleneksel değerlerin yerilerek ‘yeni’ değerlerin telkin edilme çabalarını mercek altına alıyor.
Yazar: Hamit Emrah BERİŞ
Dünya siyaseti, son dönemde tarihteki en hızlı ve en kapsamlı dönüşüm süreçlerinden birini yaşıyor. Soğuk Savaş yıllarında bloklar arasında karşılıklı güç dengesine dayalı bir düzen kurulmuştu. Tek kutuplu dünya sistemi ise başlangıçta beklenenin aksine düzen değil adeta kaos üretti. Dünyanın farklı yerlerinde yeni çatışma konuları ve alanları ortaya çıktı. Son yirmi yıldır dünya sürekli yeni krizlerle baş etmek zorunda kalıyor. İnsanlığın asıl ihtiyaç duyduğu ise adaletli bir düzen. Türkiye dünya genelinde yaşanan pek çok krizin etkilerini yakından hissediyor. Krizlerle baş etme kapasitesi ve gücü Türkiye’nin önümüzdeki dönemde güçlü bir pozisyon elde edebilmesi için oldukça faydalı olabilecek.
Bu kitaptaki yazılar dünyanın farklı yerlerinde yaşanan kriz ve çatışmalar nedenleri ve sonuçlarıyla anlama çabasından ortaya çıktı. Farklı zamanlarda kaleme alınmış olsalar da en baştan itibaren bütünlük sergilemesine ve bir perspektif sunmasına çaba harcandı. Kitap, bu yönüyle, yalnızca akademik camiaya değil dünyadaki değişim süreçleri anlamak isteyen her yaştan ve her kesimden okuyucuya hitap ediyor.
Yazar: Ömer TORLAK
Türkiye’de sosyal bilim yapmanın önünde öncelikle muhit ve bilimsel çalışma ekosistemi bakımından yetersizlikler var. Teorik iddiaları ortaya koyma cesaretinin zayıflığını, sosyal bilimcinin iktidar ve otorite ile ilişkisinin onu asli sorumluluğundan uzaklaştırdığını ve nihayet sosyal bilimlerin farklı alanlarında çalışanların ortak ve disiplinlerarası çalışmalara yatkın olmadıklarını biliyoruz. Kurumsal yapılanma ve düzenlemelerde bir yandan iktidarların belirleyici gücü öte yandan da sosyal bilimcinin özellikle güç karşısındaki yaklaşımının zayıf olması, sosyal bilimler alanının yeterince gelişememesinin ve dolayısıyla topluma katkının yetersiz kalmasının temel sebepleri arasındadır.
Muhit, sosyal bilimcinin gelişiminde ona rehberlik eder. Her muhitin, ekol ve okulun sosyal bilimciye katabileceği artılar ve eksiler vardır. Muhitin yapısı, işleyişi, muhite hâkim olanların eğilimi, o muhit mensubu sosyal bilimcinin ufkunu ve zihnini açarken zaman zaman da daraltabilir.
Bu kitap, bir sosyal bilimcinin uzun yıllara dayalı fikri takibi ile düşüncelerinin yansımalarını yazıya dökme çabasıdır. Alanına odaklanarak zenginleşmek isteyen ve sosyal bilimlerin diğer alanlarında çalışanlarla ortaklaşa çalışmalarla teorik katkı sunmayı düşünen tüm sosyal bilimcileri bu bağlamda düşünmeye sevk edebilmek amacı taşımaktadır. Böylesi bir arayış içindeki sosyal bilimcileri bir muhit arayışına itebildiği ya da bir muhit oluşumuna öncülük etmeleri yönünde harekete geçirebildiği ölçüde yazar kendini mutlu addedecektir.
Yazar: Recep Tezgel
“Günümüzde çocukların doğadan kopuşu hızla ve artarak devam etmektedir. Artık modern kent yaşamında çocukların doğa algıları, çoğunlukla parklarda elde etikleri sınırlı tecrübe ve gözlemlere dayalıdır. Montessori’nin ifadesi ile kendimizi doğadan kopararak gönüllü tutsaklara çevirdik ve sonunda zindanlarımızı sevmeye ve çocuklarımızı da bu zindana tıkmaya başladık. Çocuklar, cezbedici! çok fazla cihaz ve sosyal medya uygulamaları arasında adeta mekik dokuyorlar, İçinde birçok olumlu fırsatı barındıran doğa yerine elektrik prizine en yakın yeri arıyorlar. Bu karamsar tabloda ne yapmak lazım. Öncelikle bir anlamda yarının yetişkinleri olan bugünün çocuklarına yapılacak “doğa merkezli eğitim yatırımı” ile daha yaşanabilir bir gelecek için pozitif bir adım atarak, kötü gidişe dur demek gerekir. Küresel ölçekte yaşanan ve bilim insanlarının “doğa yoksunluğu” olarak tanımladıkları bu sendromu hafifletmenin önemli bir aracı olarak yeşilleşen okullar, yeşillenen müfredat, yeşillenen öğretmenlere ihtiyacımız vardır. Yeşil Terapi kitabı, 4.5 milyar yaşında olduğu tahmin edilen dünyamızın ve onu sahip olduğu ekolojik sisteminin daha iyi tanınması ve korunmasına yardımcı olmaya çalışırken, aynı zamanda, ekolojik okur yazarlığı arttırarak yaşanabilir bir gelecek inşa edilebilme şansımızın hâlâ var olduğunu anlatmaya çalışıyor. Yeşil Terapi Programı, merkezinde doğanın olduğu uygulamalı bir öğretim stratejisidir. Müfredat ile uyumlu bir şekilde akademik başarıyı dışardan destekleyen ve zenginleştiren çok çeşitli iç ve dış mekân faaliyetidir. Okul bahçeciliği ile uygulamalı aktif bir çalışma yapılırken, ekoloji eğitimi ile bahçe çalışmaları özelinden yola çıkarak doğanın dilini ve yapılan faaliyetlerin nasıl ve neden korunması gerekliliği kavratılır. Doğada yer alan nimetlerin kullanılmasının doğru öğrenilmesi olan beslenme eğitimi ile sağlıklı bir yaşamın kodları öğretilmektedir. İsraf farkındalığı eğitimi ile tüm emek ve çalışmaların bugün ve gelecek için korunması hedeflenir. Böylece ekoloji eğitiminin beş esası; bilgi, bilinç, tutum, beceri, farkındalık ve katılım seviyelerinin tümü başarılı bir şekilde gerçekleşmiş olacaktır. Programa, velilerde dahil olabilmekte, bu sayede bahçelerde edinilen tecrübe ve bilgiler aile ortamına taşınarak bütün ailenin doğal yaşam konularında bilgi sahibi olmalarına, aile içinde huzur ve aitlik duygularının gelişmesine katkıda bulunulur, hatta bu mütevazi denemeler ileride küçük aile çiftliklerinin oluşturulmasına bile öncülük edebilir.”
Yazar: Sinan SUNAR
Toplum ve yöneticiler nezdinde, iktisadi dönüşüm ve değişimler, kültürel ve siyasi dönüşüm ve değişimlere nazaran daha belirleyici olmaktadır. İktisadi ve mali şartlar yönetici sınıfı çoğu zaman yeni kararlar almaya itmekte ve bu kararlar tarihin dönüm noktası hâline gelebilmektedir. Tarihteki birçok kırılma noktası gibi Osmanlı özelinde Tanzimat Dönemi’nde yapılmak istenen değişim ve dönüşümler de yüzyıllarca hüküm süren bir imparatorluk olan Osmanlı’nın kaderini belirlemiştir.
Bu eserde Sinan Sunar, Osmanlı’nın gerçekleştirmiş olduğu reformları, amaçlarından düşünsel alt yapısına, halk tabakasında yarattığı etkiden sonuçlarının yankılarına varana kadar geniş bir perspektiften ele alıyor.
Eserde ayrıca, reformların temelini oluşturan düşünsel akımlar, düşünsel akımları reformlar çerçevesinde yorumlayan aydın düşünürler, Osmanlı’da yer alan birçok sistemin işleyişi ve bu işleyişlerde reformlar sonucunda yaşanan dönüşümlerin yanı sıra dünyada yaşanan kapitalist dönüşümün Osmanlı’daki iz düşümleri mercek altına alınıyor.
Uzun bir araştırmanın ürünü olan eser, kapitalizm ve modernizm ekseninde tarihimizde yer edinen tarihi olayları anlamak isteyen okurlara derinlikli bir analiz sunuyor.
Yazar: Zekiye DEMİR
Kadın sorunu hakkında feminist literatürde yer alan Liberal, Marksist, Radikal, Sosyalist ve Postmodernist yaklaşımları elen bu kitap, modern ve postmodern ayrımı çerçevesinde şekillendi. Modernizm, Batı dünyasında 14. yüzyıldan sonra Rönesans dönüşümüyle ortaya çıkan ve zamanla tüm dünyaya yayılıp etkisi altına alan bir düşünce tarzıdır. Postmodernizm ise temelde modernizmin eleştirisi ve sorgulamasına dayalı olarak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan bir düşünce, yaşam tarzı ve yaklaşımdır. Bu çerçevede kitap, feminist literatürdeki söylemleri modernist ve postmodernist ayrımı çerçevesinde kategorize etmenin mümkün olabileceğini öne sürüyor.
Yazar: Ali ÖZTÜRK
21. yüzyıl tehditler çağında insanlığı savunacak bir hümanizma merkezi artık yok. Batının metafiziği ve estetik sistemleri neredeyse çalışmıyor, teknolojileri Uzakdoğu’ya göç etmekte. Onlarsa insanları ikna edecek metafizik ve estetik sistemlerden henüz yoksun. Şimdilik yarı-uygarlık. Zira sadece ekonomi, teknoloji ve güç sahibiler. Peki ya İslam dünyası? Potansiyel olarak evet. Teknolojilere uyarlı imkanları, sahici metafizikleri ve iyi sınav vermiş estetik sistemleri vardı. Daha önemlisi vicdanı kurumsallaştırabilmiş özgün bir geçmişi. Ancak birkaç asırdır birbirini incitmekten gayri pek bir pratik üretemediler.
Peki şimdi ne olacak?
Bu artık çok daha sahici bir sorudur?